Etiket arşivi: yazi

Bir Dreamer’la Birlikte Olmak/ Dating a Dreamer

“Çoğunlukla çevremde olan bitenlere ilgisiz oluyorum, çünkü kafamın içinde kendi yarattığım dünyalarımda yaşıyorum” diyor Neal Samudre “Bir Hayalperestle Birlikte Olmak için 3 Sebep” adlı makalesinde. (Makalenin tamamına ve İngilizce orijinaline linke tıklayarak ulaşabilirsiniz.)

Ne kadar da samimi ve tanıdık bir itiraf! Ben de çoğunlukla böyle hissediyorum. “Dreamer” Türkçe’ye hayalperest olarak çevrilmiş ama bu anlamını sevmiyorum; gerçekçi olmayan, hayal dünyasında yaşayan, ayakları yere basmayan gibi negatif titreşimleri var bence…Oysa bir hayali olan, o hayaller doğrultusunda gerçekçi hedefleri olan ve yaşam amacını bu hedeflere ilerlemek olarak belirleyen biri olmak bence çok “cool”! İçinde umut var, azim var, hedef var…Gerçek olan da bana göre umut, azim ve hedeftir!

Bu anlamıyla “dreamer” yani sevmesem de Türkçe çevirisiyle hayalperest olmayı, hiçbir amacı olmadan sürüklenip; karamsar ve rutin bir hayat sürmeye yeğlerim! Zaten yeğliyorum da 🙂 Hatta John Lennon’un “Imagine” şarkısında hayal ettiği dünya gibi: bana hayalperest diyebilirsiniz ama yalnız değilim; umarım bir gün sen de aramıza katılırsın ve hepimiz “bir oluruz”! (You may say I’m a dreamer but I’m not the only one. I hope someday you’ll join us and the world will be as one!” keep-calm-cuz-i-m-a-dreamer

Eğer “dreamer”lar ile ilgili negatif genellemeleri bir kenara bırakabilirseniz işte bir hayalperestle birlikte olmak için 3 sebep:

Okumaya devam et Bir Dreamer’la Birlikte Olmak/ Dating a Dreamer

Self-marketing sendromu: Kendini ortaya koyma korkusunun üstesinden nasıl gelinir?

“Nedense!” bu aralar hep bu tip yazılar çıkıyor karşıma. Kendimi bildim bileli yazı yazmak beni en çok rahatlatan “içsel ibadetim” olmasına rağmen blog yazışımın bu kadar geç kalışı ve hala yazılarımı paylaşmaktan çekinmem bir ironi. Ben buna “Self-marketing sendromu” diyorum, makalenin başlığı ve konusu ise: “kendini ortaya koyma korkusunun üstesinden nasıl gelinir?” Anlayacağınız yazı tam da bana göre 😉 Yazının tamamına ve İngilizce orijinaline bu linkten erişebilirsiniz: http://m.huffpost.com/us/entry/5019024

Kıssadan hisselerim: (Türkçe’ye çevirirken kendimce yorumladım, birebir çeviri aramayınız ;))

  • “Darwin evrim teorisini yayınlamak için 34 yıl bekledi!”
  • “Kahveyi teoreme dönüştüren makineye matematikçi denir.”
  • “Kortizol seviyenizin düşük olduğu zaman olan geceleri çalışın. Kortizol stres hormonunun ve sabahları tavan yapar ve gün içerisinde azalır.”
  • “Kork, ama yine de yap!”

Kahve tutkunu bir gece insanı olduğumdan kıssadan hisselerim de bu doğrultuda oldu elbette 😉

Korkmamıza rağmen kendimizi ortaya koyabildiğimiz ve fikirlerimizi söyleyebildiğimiz harika bir hafta olsun!

Ayse Yazgan

07 Nisan 2014

How to Overcome the Fear of “Putting Yourself Out There”

“By coincidence” I always run into these type of articles. I guess I still have issues about putting myself out here, message taken 😉

My take-ins:

  • Know that you’re in good company: Darwin waited THIRTY-FOUR years to publish his idea that humans evolved from monkeys. Scholars call this “Darwin’s Delay,” the saying that “a mathematician is a device for turning coffee into theorems.”
  • Work at night when your cortisol levels are lower. Cortisol is a stress hormone, and it peaks in the morning and steadily dissipates throughout the day.
  • Be afraid, but do it anyway!

You can read the whole article at the link below: http://m.huffpost.com/us/entry/5019024

Have a great week and put yourself out there even if you are afraid!

Ayse Yazgan

April 7th, 2014

Hoşgeldin Bahar, Nerde Kaldın Biz de Seni Bekliyorduk!

Mayıs 2013’de yazdığım Bahar Temizliği yazım…

Bu aralar bahar temizliği yapıyorum, her anlamda: kıyafette, düşüncede, insanda, her yerde…

Bahar temizliği vazgeçmeyi öğrenmek için çok güzel bir yöntem! Eskiden `belki bir gün lazım olur` diye tuttuğum eşyaların, anıların, insanların üzerimdeki ağırlıklarından kurtulmanın verdiği dayanılmaz hafiflikle girmek istedim bahara… Benim bahar temizliğine başladığım gün İstanbul`a bu sene çok geç gelen bahar havası henüz ortalıkta yoktu, ertesi gün ise birden bire yazdan kalma bir güne merhaba dedi İstanbul. Temiz balkonumda yeni renkli çiçeklerimle; baharın gelmek için beni beklemesi de ilahi bir tesadüf olsa gerek 😉

“Belki bir gün lazım olur” inanışının yoksunluk hissi yarattığını yıllar önce keşfedip bu huyumdan vazgeçmiş ancak sadece kıyafet ve eşyalarda uygulayabilmiştim; bu sene ise her anlamda uygulamaya başladım. İnanışımı da “lazım olduğunda bende gereken her şey zaten var” ile değiştirdim.

Okumaya devam et Hoşgeldin Bahar, Nerde Kaldın Biz de Seni Bekliyorduk!

Ayşe’nin Gözlem Evinden Ayşe’ce Gözlemleri: 2014 Uyanış Yılı

Dikkatimi çekiyor bu aralar herkes çok zorlanıyor. Hem ülkede; hem yakınımda, hem uzağımda; herkeste olağan dışı denebilecek değişimler var.

Evren adeta “madem siz bugüne kadar gerçekten ne istediğiniz üzerinde düşünmediniz, ben müdahale ediyorum, yeter artık!” dercesine bizlerin adına cesur kararlar alıyor! İşten ayrılanlar, bugüne kadar gıkı çıkmadığı halde eşinden-işinden şikâyet edenler bir tarafta; âşık olanlar, terfi edenler, yıllardır ertelediği hayalindeki kendi işini kuranlar diğer tarafta… Öyle ya da böyle herkesin hayatında köklü değişimler var.

Herkes sanki yıllar süren bir anestezi halinden, uykudan uyanmış gibi! Yıllardır bilinen ama işimize gelmediği için göz ardı edilen gerçekler patır patır gün yüzüne çıkıyor; içeride ve dışarıda; her yerde bir uyanış hâli: özetle 2014 “Uyanış Yılı” oldu!

Bu köklü değişimler sırasında dikkatimi çeken şey ise herkes zorlanıyor ama kimse kabul etmiyor! Oysa kabul etmediğimiz hiçbir şeyi çözemiyoruz; ya da içinden geçemiyoruz. Tıpkı matematik problemi çözmek gibi, önce denkleme X’i oturtmamız ve denklemi tanımlamamız gerekiyor, ondan sonra denklemi çözebiliriz ancak…

Değişim her zaman olumlu yöndedir, biz içinden geçerken o olumlu yanı göremesek bile! Üstelik olumlu yönde olsa bile zorlanabiliriz, çünkü belirsizdir. Belirsizlik hepimizi korkutur. Bir de o kadar hızlı oluyor ki bu değişimler, ruhumuz yetişmiyor. Biz de ya geçmişte yaşıyoruz ya gelecekte; geçmişte yaşadığımız korkuları geleceğe endişe olarak yansıtıyoruz ve en gerçek olanı unutuyoruz: şimdi’yi!

Yalnız değilsiniz; hepimiz aynı çalkantılı dönemden geçiyoruz, hep birlikte…

Sadece sindirmek ve adapte olmak için zamana ihtiyacımız var: şu anda; “şimdiki zaman”da olan biten bu!

Bunu kabul edersek daha kolay oluyor her şey. Zorlanıyorsanız kabul edin; kendinizi ve duygularınızı kabul edip, onlara sahip çıkın! Şimdi bir dönün içinize ve kendinize samimice sorun: “O kadar hızlı değişiyor ki her şey, kontrolü kaybettiğimi sanıp belirsizlikten korkuyor muyum? Değişimler olumlu da olsa ruhumun yetişmeye ve sindirmeye ihtiyacı mı var?”

2013’de hayatımın her alanında, aynı anda köklü değişimler yaşadım. Hepsi kendimi tanıma, kendim olma ve hayallerimi gerçekleştirme yolunda attığım harika adımlardı ama bir o kadar da zorlandım. Çünkü her yeni başlangıç, öncesinde bir kapanış gerektiriyordu. Ve yüzleştiğim bazı gerçekleri sindirebilmek için zamana ihtiyacım vardı.

O dönem iç dünyamda yaşadıklarımı en iyi anlatanlar şu cümlelerdir sanırım:“Geçmişte yaşadıklarıma dair pişmanlıklarım ve “keşke”lerim yok, çünkü yaşadıklarımın her biri beni ben yapan birer deneyimdi ve kendime dair çok şey öğrendim. Geleceğe dair korkularım yok çünkü bundan çok daha iyi olacağına dair inancım ve umudum tam; her ne olacaksa benim için çok daha iyi olacak. Ama ‘şu an’ canım acıyor; ‘şimdiki zaman’da yani gerçekte olup biten bu! Hayal kırıklıklarım var elbet ama onlardan da büyük hayallerim var benim!”

İyi haftalar,

Ayşe Yazgan

Her “git”ten “gel”diğimde, daha da güçlü, daha da cesur bir “ben” olarak geliyorum! Ve ben artık “gel-git”lerimi seviyorum!

Bir an geliyor, dünyayı omzumda taşıyabilecek kadar güçlü ve cesur hissediyorum…Bir an geliyor, değil dünyayı elimdeki tabağı taşıyacak halim ve isteğim olmuyor… Ve bu gel-git’ler bu aralar çok sık ve çok uçlarda oluyor…Hatta kendimi tek bir kelime ile anlatacak olsam “paradoks”u seçerdim…

Paradoksu gücüm yerinde olduğumda doğanın gereği; kendimde o gücü bulamadığımda ise yargı kelimesi olarak kullanırdım düne kadar.

Dün bir şey fark ettim, ve bu fark ettiğim şey kendimi bu gel-gitlerde yargılamak yerine, kabullenmemi sağladı:

Ben kendimi yeniden doğuruyorum, çalkantılarda durulmadan önce sınırlarımın nereye kadar uzandığını görmek istiyorum sadece. Nereye kadar esneyebiliyorum bunu öğreniyorum…Her şey yolunda gittiğinde bu durumu kanıksayıp kendini geliştirmeyebiliyor insan.

Artık doğanın gereği olarak içimde bulunan dualitelerimi harika birer deneyim olarak görüyorum.

“Git”lerim her seferinde daha kısa sürüyor ve ben her “git”ten “gel”diğimde, daha da güçlü, daha da cesur bir “ben” olarak geliyorum! Ve ben artık “gel-git”lerimi seviyorum!

Ayşe Yazgan

Ayşe’nin Gözlem Evinden Kitap Üzerine Ayşe’ce Gözlemleri: Yavaşlık

20140310-162610.jpg

2014’ün Şubat sonuna Bremen’de, Mart başına Berlin’de girdim. Birkaç aydır yalnız seyahat etmemiştim, özlemişim, hem de çok! Ocak sonunda grupla seyahate gittik ama yalnız gibi olmuyor tabi. Seyahatler benim ıssız adam. Bölen hiçbir şey yok; ne telefon, ne yapılması gereken işler, ne de sorumluluklar… İç dünyam, kitaplarım ve ben başbaşayız, ne büyük aşk! (Bknz: Issız Ada yazım: https://ayseyazgan.wordpress.com/2014/03/09/aysenin-gozlem-evinden-gozlemleri-issiz-ada-bile-issiz-degil-artik/

Almanya seyahatimde, uçak, tren ve otobüs yolculukları sayesinde üç kitap bitirme fırsatım oldu. Gitmeden önce gündüzleri çantamda benimle her yere gelen, geceleri de başucumu bekleyen yine Milan Kundera’nın “Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği” kitabını sonunda bitirmiştim. Ama onun özetini henüz bitiremedim, o kadar çok not aldım ki, özet bir süre daha bekleyecek gibi duruyor 😉

Hepimizin artı özelliklerinin eksiye dönüşme potansiyeli var ya hani; hani dengede tutmazsak bize fayda sağlayan o özellik zarar vermeye başlıyor ya; benim artı özelliğim de hızlı olmam. Çok hızlı düşünmem, çok hızlı harekete geçmem, çok hızlı yaşamam. Bu özelliğim sayesinde çok kısa sürede harika işleri arka arkaya yapabiliyor, harekete geçmekten korkmuyor, bir çok şeyle birden aynı anda ilgilenebiliyorum. Eksileri ise, eğer bu durumun farkında olmazsam sabırsız olma, ruhumun yetişememesi, herkesten aynı hızı bekleme potansiyelim 😉

Hobim olan şeyi işim haline dönüştürdüğüm için bu tip sorgulamaları sıkça yapmama ve bu potansiyelin farkında olmama rağmen, ben de en nihayetinde etten kemikten bir insan olduğum için son birkaç haftadır hiç durmadan koşturmuş, çok yorulmuş ve kitaba susamışım! “Tesadüf” işte;) Denge en doğru zamanda geldi, hem de olabilecek en güzel kitapla…

Milan Kundera’nın muhteşem anlatım dili, sorgulatan düşünce tarzı ve her zamanki gibi Çek Cumhuriyeti’nde devrim sonrası yaşanan politik dönemi de içinde barındıran “Yavaşlık” üzerine düşünmeyi çok sevdim, şimdi sırada “Bilmemek” var;
bilmemeyi daha da çok seveceğimi tahmin ediyorum! Artık sizi Yavaşlık ile başbaşa bırakıp, ben yavaş yavaş çekiliyorum 😉

P.S. Kundera, bir hikaye kahramanı olan Madame de T.’yi öyle bir anlatıyor ki, yavaşlığın çok dişi ve çekici olduğuna karar verip, Madame de T.yi gözümün önüne getirip, hayran hayran baktım ve ilhamla doldum: “Konuşurken araziyi işaretle donatıyor. Olayların bundan sonraki aşamasını hazırlıyor; ne düşünmesi, nasıl davranması gerektiğini Şövalyeye sezdirmeye çalışıyor. Bunu incelikle yapıyor, kibarca ve dolaylı bir biçimde, sanki başka şeylerden söz ediyormuşcasına. Yoğunlaştırılmış aşk kursundan geçiriyor onu, uygulamalı aşk felsefesini öğretiyor ona. Yavaşlığın bilgisine sahip ve yavaş olmanın bütün becerisini ustaca kullanıyor”

Sevgiler,
Ayşe

YAVAŞLIK Üzerine Aysosh’un Notları:

Kitap bu cümleyle açılıyor: “Motosikletinin üzerine yumulmuş giden insan bu gidişin somut bir saniyesine verir kendini yalnızca; geçmişten ve gelecekten kopmuş bir zaman parçasına tutunur; zamanın sürekliliğinden kopmuştur; başka bir deyişle, esrime durumundadır; her şeyi unutur…
Çünkü korkusunun kaynağı gelecektedir ve gelecekten kurtulmuş bir insan için korkulacak bir şey yoktur.”

Bu cümleyle kapanıyor: “Tek isteği var: bu geceyi çabucak unutmak, silmek, yok etmek sitiyor ve o anda karşı konulmaz bir hız tutkusu hissediyor.”

“Yavaşlığın keyfi neden yitip gitti böyle? Nerde geçmişin türkü söyleyen, kırlarda gezinen aylakları?

“Az önce yaşadığı kötü bir olayı unutmaya çalışan insan, hala çok yakınında olan zamanda, sanki bulunduğu yerden hemen uzaklaşmak istiyormuş gibi elinde olmadan yürüyüşünü hızlandırır. VAROLUŞUN MATEMATİĞİNDE bu deneyim iki temel denklem biçimine girer: yavaşlığın derecesi anının yoğunluğuyla doğru orantılı; hızın derecesi unutmanınn yoğunluğuyla doğru orantılıdır.”

“Olaylar çabucak olup bittiği zaman kimse hiçbir şeyden emin olamaz, hiçbir şeyden, hatta kendisinden! Hızın derecesi unutmanın yoğunluğuyla doğru orantılıdır. Çağımız hız iblisine teslim ediyor kendini ve kendisini kolayca unutuyor. Oysa tam tersi daha doğru: Çağımızda unutma arzusu bir saplantı haline gelmiştir, bu nedenle bu arzuyu tatmin etmek için hız iblisine teslim olmuştur çağımız: kendi anımsamak istemediğini bize anlatmak için hızını artırır, çünkü kendinden bıkmıştır, kendinden tiksinmektedir, belleğin küçük titrek alevini söndürmek istemektedir.”

HAZCILIK ÜZERİNE Üzerine Aysosh’un Notları:

Hazzın ilk büyük kuramcısı Epiküros der ki: Acı çekmeyen kimse haz duyar. Demek ki hazcılığın temel bilgisi acıya dayanır: acıdan uzak kaldığımız oranda mutlu oluruz ve hazla çoğunlukla mutluluktan çok, mutsuzluk verdiği için.

Epiküros yalnızca sıradan hazları salık verir. “Sefil bir dünyaya salıverilmiş olan insan biricik gerçek ve sağlam değerin, ne kadar küçük olursa olsun, kendisinin hissettiği haz olduğunu saptar: bir yudum serin su, gökyüzüne (Tanrının pencerelerine) doğru bir bakış, bir okşama.”

Hazcılar, hazzı yakalamaktan başka şeyle ilgilenmezler; onları hazdan çok, hazzı elde etmek kışkırtır. Onları yönlendiren şey haz arzusu değil, zafer tutkusudur! Her şey açığa vurulur, dile düşürülür, hiçbir şey gizli kalmaz. Ağızdan çıkan her söz artık sonsuza kadar duyulabilir.

Epiküros ise tersine tilmizlerine gizli yaşayacaksın diye buyurur; bu yankılı kavkı dünyası Epikürosa hiç uygun değildir. Ya da hiç farkına varmadan hep böylesine çınlayan bir kavkının içinde mi yaşamaktadır insan!!!

Ayşe’nin Gözlem Evinden Ayşe’ce Gözlemleri: Issız Ada Bile Issız Değil Artık!

Yıllardır sorulan bir soru vardır hani: “Issız adaya düşsen yanına alacağın 3 şey ne olur?”

Çok klişe bir soru gibi gelir ama kaçıp gitmek, hayatı durdurmak, içeriden gelecek sesi duyabilmek için dışarıdaki sesleri susturmak isteyen herkes mutlaka bir kez olsun yanına alacağı o 3 şeyi düşünmüştür…

Tam düşünüyordum o an’ların birinde ben de: “hmmm, kitap, kalem, defter ama hangi kitap? tek kitap yetmez ki!” derken fark ettim ki, ne 3 şeyi tek bir şey yetiyor: iPad!

iPad’imin içine tüm kitaplarımı koyabiliyorum, yazılarımı yazabiliyorum, müzik dinleyebiliyorum, filmleri, dizileri seyrebiliyorum, en yakınlarımı ekranına koyup görüntülü konuşma yapabiliyorum, daha az yakınlarımı facebook’tan takip edebiliyorum, hiç yakınımda olmayan hatta tanımadıklarımı instagram ve twitter’dan takip edebiliyorum! Ve tüm bunları tek bir iPad hatta iPhone’la yapabiliyorum!

Teknoloji güzel şey, dünyadan kopuk hissetmemeyi, bir şekilde dış dünyayla temas içerisinde olmayı sağlıyor. İyi güzel, teknoloji bizi dışarıyla yakınlaştırıyor da içeriyle uzaklaştırıyor… Dışarıdaki ses hiç susmuyor, aksine sesi her geçen gün artıyor! E hal böyleyken içerideki sesi duymak ne mümkün! Sonuçta bu devirde iPhone’u, iPad’i kapamadığın sürece ıssız ada bile ıssız değil dostum!

O yüzden yıllardır televizyon izlemiyorum; önemli olan bir şeyin videosu anında twitter’a facebook’a düşüyor zaten; bazen günlerce sosyal medyaya girmiyorum, orada da teknolojinin nimetlerinden faydalanıp zaman ayarlı tweet ve email atıyorum 🙂 Kaçmak istediğimde de telefonun sesini kapatıp kendi ıssız adama gidiyorum!

Eğer benim gibi içeride olanı biteni anlamak için dış dünyayla teması kesmek, yani pause’a basmak ise beklenti, bir “shut down/turn off” butonu ile her yer ıssız ada!

Bazen çalışma odam, bazen bir uçak ya da tren yolculuğu, bazen başka bir ülke, bazen de kendi sesimi duyabildiğim bir dost sohbeti- tabi ki telefonların bir köşede kaldığı (!)…

Sonuç: Her gün birkaç dakika da olsa her şeyi kapatıp içe dönmek, o bildiğimizi sandığımız aslında artık hiç de ıssız olmayan adaya gitme isteğini itinayla ortadan kaldırır…

Sevgi: içimizde
Issız Ada: içimizde
iPad: hepsi içinde 🙂

AySoSh’s MOTTO FOR THE DAY: TURN EVERYTHING OFF FOR 5 MINUTES & CREATE YOUR OWN ISLAND!

Dijital detoks

Dijital detoksdayım, bir şey paylaşmıyorum bu ara, dış dünyayla bağlantımı kesmek, içe dönmek istediğim bir dönem yine…(Bknz “ıssız ada” http://ayseyazgan.tumblr.com/post/76770419708/aysenin-gozlem-evinden-gozlemleri-iss-z-ada-bile)
Ama suskunluğum fırtına öncesi sessizlik gibi; sustukça gözlemliyor, gözlemledikçe biriktiriyorum yeni deneyimleri! Dönüşüm muhteşem olucak 😉

I am on a digital diet period, I don’t share these days. I want to interact with my inner voice rather than the outer space. I’ll be back with new observations soon 😉

Ayşe’nin Gözlem Evinden Ayşe’ce Gözlemleri: İltifat Kabul Edemeyengillerden Misiniz?

Huffington Post’ta yayımlanan bir makalede yapılan bir araştırma sonucu paylaşılmış, oldukça dikkatimi çekti ve tabi aldı götürdü yine beni başka yerlere…

“According to a survey conducted by TODAY and AOL, 81 percent of adults give a polite “thank you,” which is the most accepted reaction when it comes to being given a compliment. Only 7 percent of adults respond with self-deprecating statements, such as ‘I thought I looked terrible,’ and women were actually a little more likely to be comfortable with the admiration than men.”

İltifat aldığımızda bunu nasıl karşıladığımız, kendimize verdiğimiz değerle doğru orantılı… Gayet doğal olarak kabul edip ‘Teşekkür ederim’ diyebiliyor muyuz ve tadını çıkarabiliyor muyuz yoksa ‘Yaaa öyle mi dersin, aslında bugün çok kötü gözüktüğümü düşünüyordum!’ gibi cevaplarla özür dilercesine kabul etmemenin binbir yolunu mu arıyoruz?

Eğer ‘iltifat kabul edemeyengillerdenseniz’ kötü haber! Çok büyük olasılıkla, mükemmeliyetçi ve kendi kendini sabote eden bir yapınız var. Yani kendiniz için koyduğunuz standartlar çok yüksek.

Bu sendroma ”Hiçbir başarılı yeterli değil!’- ‘It is never enough!’ sendromu adını taktım, içimizdeki sürekli olarak dırdır eden, hiçbir şeye beğenmeyen, eleştiren sese ise ‘dırdırcı’.

Sürekli dırdır eden, eleştiren insanları kimsenin sevmediğini tartışmaya bile gerek yok! Biz de sevmiyor ve çevremizdeki ‘dırdırcı’ lardan bucak bucak kaçıyoruz ama kendimizi acımasızca eleştirmekten hiç kaçınmıyoruz! Ne trajikomik bir durum! Ne büyük bir ironi…

Sürekli başaramadıklarımıza odaklanmak yerine, bugün önce bir başardıklarımızı, kat ettiğimiz yolu kutlasak? Bugün dırdırcıyı susturup, ‘Ah bir de beni kendi gözünden görsen öyle harikasın ki! Bayılıyorum sana!’ diyen sesin volume’unu açsak mesela? Sonra yine geliştirilmesi gereken yanlarımıza bakarız, ama önce modumuzu bir yükseltelim hele!

Aysosh’s Mood of the Day: Treat YOURSELF the way you want to be treated!
Aysosh’dan Günün Modu: Sana nasıl davranılmasını istiyorsan KENDİNE de öyle davran!

(Makalenin tamamına ve İngilizce oijinaline linkten ulaşabilirsiniz: http://www.huffingtonpost.com/2014/02/20/responding-to-compliments_n_4825758.html)

Sevgiler,
İyi haftalar
Ayşe Yazgan

20140224-113632.jpg