Etiket arşivi: gözlem

Ayşoş’un Bodrum gözlemleri Vol 2: Hiç mi beğendiğiniz bir yanım yok :(

Bodrum sürecinin ikinci bölümünde, yani annemi İstanbul’daki ablamlara teslim ettikten birkaç gün sonra, bir nebze kendine gelen babamın araba kullanamayacağına karar verip, ona da bir şoför ayarladık ve yeğenim Mert ve ben Bodrum’da arabasız ve baş başa kaldık.

Öncelikle sitenin atmosferini anlatıyorum: şöyle bir çan eğrisi düşünün, yaş dağılımını gösteren bir çan eğrisi olsun bu. Eğrinin sol bacağı 12-18 yaş aralığı, sağ bacağı ise 60-80 yaş aralığı. Heh işte, tam oralarda yığılma var, ortası boş! Eğrinin tam ortasında 30-35 yaş aralığında çıkıntı gibi tek bir nokta var: o da ben! Bu durumun avantajı yok değil; büyükler genç ve taze görüyor; küçükler büyümüş ve yeterli; kimse rakip görmüyor, herkes hayran.

Ergenler, anneanne ve dedeleriyle tatil yapıyor, Türkçesi: anneanne ve dedeler gündüz ortalıkta yok, onlar sabah erken denize giriyor, öğleden sonra biz denize gittiğimizde ergenler tayfası iskele üstünde ya da dubada toplaşıp, birbirini denize atıyor. Ben de bol bol kitap okuyorum, telefonla iş ve seans görüşmelerimi yapıyor, araştırmalarıma devam ediyorum.

Mert ve ben, birinci evrede kıstığımız özgürlük değerimizin sonuna kadar tadını çıkarıyoruz, birlikte ama ayrı ayrı takılıyoruz.

Bazen öyle deli deli esiyor ve ben öyle yorgun hissediyorum ki, içimden denize bile girmek gelmiyor. Önce bunalıma mı girdim acaba diye düşünmedim değil! Çünkü her zaman su kuşu olmuşumdur, suyu ve özellikle denizi çok severim, girdim mi çıkmam. Sonra fark ettim ki, bir şey zorunluluk gibi olunca ben onu yapamıyorum:

“Bodrum’daysan denize girmek zorundasın.”
“Hayır değilim! Ben buralıyım artık, acelem yok, sayılı günüm yok, telaşem yok. Hiçbir şey yapmak zorunda değilim! İstersem yapıyorum zaten.”

Zaten on gün tüm özgürlük değerlerimi kısmışım, bir de atmosferdeki ergen enerjisini hesaba katarsak, içimdeki “alayına isyan” ergen modunun aktif olmasına da şaşmamalı.

Neyse, denize girmenin zorunluluk değil keyif olduğu günlerden birinde denizi kucakladım, keyfim yerindeyken biraz da dubada güneşleneyim dedim. Dubada 7-8 kişilik 11-14 yaşlarındaki bir kız grubu var. Yaklaşık yirmi dakika kadar orada güneşlendim. Ve bu yirmi dakika boyunca tüm kızlar, büyük olanın liderliğinde, bir kızın nelerinden hoşlanmadığını konuşup duruyorlar. Önce hakkında konuştukları kız orada değil, arkasından durum değerlendirmesi (!) yapıyorlar sandım. Sonra baktım ki kız da orada!

Diyaloglardan bazıları şöyle:
“Sen en küçük olduğun için seni hep kayırıyorlar. Sen büyük olmak ne kadar zor biliyor musun!”
“Her zaman gelip, ortamıza oturmana sinir oluyorum. Neden başka yer yok gibi, hep ortaya oturuyorsun. Her zaman sen mi ilgi odağı olacaksın?”
“Cümlelerinin sonunda di miii? demene de gıcık oluyorum! Şirin olduğunu mu sanıyorsun? Oysa çok itici!”

Yahu ben ağlayacağım neredeyse, kızın gıkı çıkmıyor. Murathan Mungan’ın Yüksek Topuklar kitabındaki Tuğde’lerden 7 adetlik bir demet yapmışlar, beni de onlarla aynı dubaya tıkmışlar! Müdahele etmeyi düşündüm; “yapmayın, etmeyin!” diyecektim, çekindim açıkçası…

İyi ki de etmemişim! O hakkında konuştukları kız öyle bir cevap verdi ki, öyle doğal, öyle kendiyle barışık bir halde, herkes sustu kaldı.

“Dediklerinize dikkat ederim, tamam. Ama hiç mi beğendiğiniz bir yanım yok?”!!!
Öyle naif, öyle masum sordu ki! Tüm olumsuzluklar konuşulurken, çat diye olumlu tarafa çekti konuyu. Olumsuzluklarını savunmadan, karşı saldırı yapmadan; onları da duyduğunu belirterek ama haddinden fazla da ciddiye almayarak; olumluya döndü ve güçlü bir soru sordu karşı tarafa!

İçime serin sular serpildi! Ben öyle bir cevap veremezdim o kızın yerinde olsam. Benim savunma damarım kabarmıştı; koç Ayşe olarak değil, teyze Ayşe olarak korumacı bir cevap verirdim, onu korumaya muhtaç sanma hatasına düşerek. O şirin kız bana kimsenin korunmaya muhtaç olmadığını bir kez daha hatırlattı. Yardım isteseydi tabi ki ederdim, ama hem istemedi, hem de ihtiyacı yoktu! Bana da serin sulara atlamak düştü, iskeleye kadar suratımda şaşkın ve gururlu bir gülümsemeyle yüzdüm…

Sonra baktım ki tam, çocukluğumuzdaki gazoz reklamlarındaki on yüz bin milyon baloncuk yuttum reklamındaki kız gibi: balık etli, tam makaslamalık yanaklı, sarışın lüle saçlı bir kız bu! Şimdi anladım neden onunla uğraştıklarını, kız o kadar kendiyle barışık, öyle kendi halinde ki, bazı insanlar onu görünce ben neden öyle olamıyorum diye düşünmekten alamıyor kendini, hele ki ergense!

gazoz

On yüz bin milyon baloncuk yuttum! İyi haftalar,
Sevgiyle ve kendinizle barışık kalın,
Ayşe Yazgan

Aysosh’un Bodrum Gözlemleri Vol 1: En öksüz kalan dert, adını koyamadığın dert…

Şimdi bir kere zaten maalesef tatsız bir hadiseyle, annemin ayağının kırıldığının haberini alınca ilk uçakla apar topar gittim Bodrum’a. Hiçbir hayati tehlikesi olmayan, oldukça günlük bir sorundu bu. Üstelik yakın bir aile dostumuz olan ve aynı zamanda oldukça yakın bir arkadaşımın babası olan Kemal Amcamızı kaybettiğimiz, hüzünlü günlere denk gelen bu olay için söylenmeye kimin ne hakkı vardı!
Duruma el koymak üzere hemen gittim gitmesine de, ortamda her an patlamaya hazır pimi çekilmiş bomba gibi, gergin bir hava hepimizde. Hepimizin beklediği bir Bodrum varmış, ama hiçbirimizinki bu değilmiş! Hal böyle olunca da hayal kırıklığı, moral bozukluğu…

Neden böyle basit bir durumda dağıldık biz şimdi diye düşündüm ve Bodrum gözlemlerimden ilki, “adını koyamadığımız dertler, aslında en öksüz kalan dertler” olarak çıktı ortaya: En basit görünen, oldukça günlük hayata dair, söylenmeye layık bulmadığımız, söylesek şikayetçi olmaktan korktuğumuz ama aslında günlük hayatta belimizi büken, o günlük hayatın kalitesini düşüren dertler…En bu konuda “dertli” dertler, gerçerli sebebi yani adı olmayan, o yüzden de söylenmeye layık olmayanlar olsa gerek. Dertlensen, senden bin beteri var; dertlenmesen içinde bir şey dır dır dır beynini yiyor: “bir şeyler ters gidiyor ve sen oralı bile olmuyorsun! Adını koy, kabul et ki halledebilesin! Yok sayarak bir yere varamadığın kesin. Şikayet etmeden de hayal kırıklığı yaşayabilirsin.”

Objektif bir bakış atalım tabloya:

Görünürde anneanne ve dedesiyle Bodrum’a tatil yapmaya; ideal senaryosunda ise gündüzleri sitedeki arkadaşlarıyla denize girip, futbol maçı yaparak; gecelerini ise market çevresinde gece sohbetleriyle geçirme hevesiyle gelmiş olan ve birden hayalleri suya düşmüş; çünkü anneannesinin yedek ayağı olmuş, getir götür işlerinden sorumlu 13 yaşındaki erkek yeğenim; nam-ı diğer “evimizin ergeni”.

Tipik 60 yaş üstü Türk erkeği formatında, emekli olduktan sonra kendine hobi bulamadığı için karısına bir nevi bağımlı hale gelmiş; onsuz artık araba bile kullanamayan, kendi kendisine yemek yemeyi sevmeyen, Meloş’u olmadan denize gitmeyen; özetle bu aksaklıkla sudan çıkmış balığa dönmüş ve şu anda belirli bir sürede geçecek basit bir ayak kırığı olduğunun farkında ama aslında bu deneyimi geleceğe taşıdığı için Meloşuna bir şey olsa, başına gelecekleri gözünden film şeridi gibi geçiririrken çaresiz hisseden ve morali oldukça bozuk bir baba.

Tatilin ikinci gününde ayağını kırmış, üstelik bu talihsizliğe oldukça kilolu bir döneminde yakalanmış; kronik bel fıtığı sebebiyle tek ayağının üzerinde hareket etmekte oldukça zorlanan; o sıcakta denize giremeyip tuvalete gitmek için bile merdiven çıkması gereken bir evde, morali bozuk iki erkekle tıkılmış kalmış ama hala “buna da şükür” diyerek herkesin moralini düzeltmeye çalışan, ve yardıma muhtaç olduğu için içte içe kendini güçsüz hisseden fedakar bir anne.

Zamanının büyük bir bölümünde kendiyle baş başa kalmaya alışmış, istediği saatte yatıp, istediği saatte kalkan yani gece kuşu olan; her gün en az bir saat sessiz bir ortamda meditasyon yapan; çoğunlukla kafasının içinde yaşayan, ve şimdi tüm bu özgürlükleri kısıtlanmış halde “Ayşe!” seslerinin dört bir yanda yankılandığı bir evde sabah kahvaltı hazırlamak için erken kalkan bir ben!

Bildiniz: ortamdaki hayal kırıklığı kokusu buram buram! Herkeste her nefes alış-verişte bir “ne umduk, ne bulduk! Ama buna da şükür, söylensek olmaz şimdi.” soluğu…

Hepimizin alışık olduğumuz düzenin bozulmasıyla değerlerimiz çakıştığında böyle hissettiğimizin güzel bir örneği, tam bir case study. Şimdi uzun uzun anne-babamın veya yiğenimin değerlerini inceleyemeyeceğimizden, ve burada hazır üzerinde çalışılmışı olduğundan benim değerlerimden gidelim: (Konu çok uzayınca değerlerimi blogumda başka bir yazıda anlattım: http://wp.me/p43UJw-bv)

İlk önce, hepimiz beklentilerimiz karşılanmadığı için hayal kırıklığına uğramış olduğumuzu kabul ettik. Sonra da durumu değiştirme imkanımız olmadığı için, bu durumla ilgili en ideal şekilde ne yapabileceğimizi konuştuk. Hepimizin temel değerlerimizin günlük yüzdesini bir nebze değiştirmesi, değerler terazisini yeniden ayarlaması gerektiğini fark ettik. Benim bu durumda özgürlük, ve kişisel gelişim değerlerimi kısmam, sorumluluk ve aile değerlerimin yükseltmem gerektiği çok açıktı.

* Yeğenimin; anneanne ve dedesinin “yaşlılık işte, napim söylemezsem unutuyorum çocuuuum” “Meeeert ilaçlarımı getirir misin?” “Meeeert gözlüğümü gördün mü?” diye taramalı tüfek gibi üst katla alt kat arasındaki bağlantıyı sağlayan lojistik bakanlığı görevindeki yükünü hafifletmiş oldum.
Annemden aldığı direktifleri benden almaya başlayan babamın morali düzelmiş; belli ki artık gideceği rotayı bilmek ona da iyi gelmişti.
Annemin de “Evin en küçüğü olmana ve kendi evinde bunları yapmaya alışık olmamana rağmen, sana prenses de desek kadın eli başka oluyor tabi!” demesinden durumdan memnun olduğu anlaşılıyordu…

IMG_2798

Hem ev, hem değerler düzenimizi oturtmuştuk ki, bu sefer annemin beli kitlendi ve ağrılar içerisinde kıvranarak, acıyla kıvranır halde banyoda kalakaldı. Hayatım boyunca şikayet etmesine değil, kahkaha atmasına alışık olduğum annemi acılar içinde kıvranırken görüp, hiçbir şey yapamamak; ve morali bozuk bir köşede donup kalmış, muhtemelen şekeri tavana fırlamış babamın çöküşünü görmek, gerçekten çok çaresiz hissettirdi. Annemi ambulansla evden çıkardık, ilk uçakla İstanbul’a gönderdik, ve İstanbul şubemizdeki görevlerini başarıyla sürdüren ablalarıma teslim ettik. Neyse ki, Meloşumuzu tekerlekli sandalye ayarlayıp, bir kez olsun balığa götürebilmiştik…

 

IMG_2826

IMG_2840

Bu arada iki cümleyle geçtiğim kısımlar, benim ömrümden maalesef iki cümleyle geçemedikleri için, babamın ve arabanın da İstanbul’a transferini ayarladıktan sonra benim ve yeğenimin tatil yapmasına karar verildi. Benim de tatile ihtiyacım vardı doğrusu! Tabi evimizin ergeniyle baş başa geçen kısımdan bambaşka gözlemler ve hikayeler çıktı. Onlar da başka bir yazıda…

Şimdi annemin beli daha iyi, düz ayak İstanbul’daki evinde alçısına ayrılan süresinin dolmasını bekliyor, tezkere bekler gibi. Ben de Bodrum’dan döner dönmez, önce evimle kısa bir hasret giderip bavulumu attığım gibi Meloşuma geldim.

Belki hayaller, beklentiler varsa ve onlar karşılanmazsa hayal kırıklığı oluyor hayatta. Ama insan söylenmeden, aynı zamanda da yok saymadan; küçümsemeden, aynı zamanda abartmadan, durumu kabullenince yeni bir düzen oluşturuyor, değerlerinin günlük hayatı içerisindeki yüzdelerini değiştiriyor, yani durum ve değerler ayarlaması yapıyor ve yeni duruma adapte oluyor.

Bir nevi dertleşme, öksüz kalan derdimi sahiplenme, bir nevi kıssadan hisse…

Yeter ki sağlık olsun şu hayatta!

Sevgilerimle,
Ayşe Yazgan

Yanlış yerde arayınca bulunmuyor tabi!

Hepimiz iyi bir iş, iyi bir eş, iyi kıyafetler, güzel evler ve güzel arabalar arıyoruz.
Aslında işte, aşkta, evde, arabada kıyafette kendimizi arıyoruz; kim olduğumuzu bulmaya çalışıyoruz. Gerçekte aradığımız “kendi”mizi yansıtan bir ev, araba, kıyafet, iş, ya da eş…

Seni seviyorum demek bile aslında sende gördüğüm ben’i; senin yanında olduğum kişiyi seviyorum demek değil mi?

İronik olan ise zaten içeride olanı dışarıda arıyor olmamız! Dışarıda aramaya devam ettikçe de bulamayacağız çünkü yanlış yerde arıyoruz!

Kendini bulmak, kim olduğunu bulmak için içe bakmak; kendi içine dönmek gerek; bazen yüzleşilmesi ve kabul edilmesi gerekenler zor olsa da.

Kendini ve kim olduğunu bulanın dışarıda arayacağı bir şey kalmıyor; kendisine uygun ev, araba, eş, iş onu bulur zaten…

Her şeye vakit bulunan “hızlandırılmış” çağımızda, en önemli kişiye-kendimize- her gün biraz da olsa zaman ayırmak bu kadar zor olmamalı…

Ayşe Yazgan

Kıskanmak Yerine İlham Almak

Kıskançlık insanı içten içe yiyip bitiren bir zehir, insanın kendisine yapabileceği en büyük kötülük. Kıskançlığın altında yatan duygu “ben aynısını yapamam, yetersizim”. Kıskanan ve kıskanılan; iki taraf için de yıkıcı ve yıpratıcı; korku dolu, sınırlı…

İlham ise çok daha yaratıcı ve yapıcı; umut dolu…Altında yatan duygu, “ne güzel birileri yapmış, demek ki ben de yapabilirim!” İlham alan ve ilham alınan; iki taraf için de yapıcı ve besleyici; umut dolu, sınırsız…

İlham verici eserlerden esinlenerek genişlemek, çoğalmak ve dünyayı, dünyamı güzelleştirmek varken kıskanmak niye?

Kendim için en büyük dileğim ömrüm boyunca ilham alan ve ilham alınan bir insan olmak.

Daha iyi bir hayat yaşayabilirsin, ilham almaya bugün başla!

İyi haftalar,

Ayşe Yazgan

03 Ekim 2014

Ayşe’nin Gözlem Evinden Ayşe’ce Gözlemleri: 2014 Uyanış Yılı

Dikkatimi çekiyor bu aralar herkes çok zorlanıyor. Hem ülkede; hem yakınımda, hem uzağımda; herkeste olağan dışı denebilecek değişimler var.

Evren adeta “madem siz bugüne kadar gerçekten ne istediğiniz üzerinde düşünmediniz, ben müdahale ediyorum, yeter artık!” dercesine bizlerin adına cesur kararlar alıyor! İşten ayrılanlar, bugüne kadar gıkı çıkmadığı halde eşinden-işinden şikâyet edenler bir tarafta; âşık olanlar, terfi edenler, yıllardır ertelediği hayalindeki kendi işini kuranlar diğer tarafta… Öyle ya da böyle herkesin hayatında köklü değişimler var.

Herkes sanki yıllar süren bir anestezi halinden, uykudan uyanmış gibi! Yıllardır bilinen ama işimize gelmediği için göz ardı edilen gerçekler patır patır gün yüzüne çıkıyor; içeride ve dışarıda; her yerde bir uyanış hâli: özetle 2014 “Uyanış Yılı” oldu!

Bu köklü değişimler sırasında dikkatimi çeken şey ise herkes zorlanıyor ama kimse kabul etmiyor! Oysa kabul etmediğimiz hiçbir şeyi çözemiyoruz; ya da içinden geçemiyoruz. Tıpkı matematik problemi çözmek gibi, önce denkleme X’i oturtmamız ve denklemi tanımlamamız gerekiyor, ondan sonra denklemi çözebiliriz ancak…

Değişim her zaman olumlu yöndedir, biz içinden geçerken o olumlu yanı göremesek bile! Üstelik olumlu yönde olsa bile zorlanabiliriz, çünkü belirsizdir. Belirsizlik hepimizi korkutur. Bir de o kadar hızlı oluyor ki bu değişimler, ruhumuz yetişmiyor. Biz de ya geçmişte yaşıyoruz ya gelecekte; geçmişte yaşadığımız korkuları geleceğe endişe olarak yansıtıyoruz ve en gerçek olanı unutuyoruz: şimdi’yi!

Yalnız değilsiniz; hepimiz aynı çalkantılı dönemden geçiyoruz, hep birlikte…

Sadece sindirmek ve adapte olmak için zamana ihtiyacımız var: şu anda; “şimdiki zaman”da olan biten bu!

Bunu kabul edersek daha kolay oluyor her şey. Zorlanıyorsanız kabul edin; kendinizi ve duygularınızı kabul edip, onlara sahip çıkın! Şimdi bir dönün içinize ve kendinize samimice sorun: “O kadar hızlı değişiyor ki her şey, kontrolü kaybettiğimi sanıp belirsizlikten korkuyor muyum? Değişimler olumlu da olsa ruhumun yetişmeye ve sindirmeye ihtiyacı mı var?”

2013’de hayatımın her alanında, aynı anda köklü değişimler yaşadım. Hepsi kendimi tanıma, kendim olma ve hayallerimi gerçekleştirme yolunda attığım harika adımlardı ama bir o kadar da zorlandım. Çünkü her yeni başlangıç, öncesinde bir kapanış gerektiriyordu. Ve yüzleştiğim bazı gerçekleri sindirebilmek için zamana ihtiyacım vardı.

O dönem iç dünyamda yaşadıklarımı en iyi anlatanlar şu cümlelerdir sanırım:“Geçmişte yaşadıklarıma dair pişmanlıklarım ve “keşke”lerim yok, çünkü yaşadıklarımın her biri beni ben yapan birer deneyimdi ve kendime dair çok şey öğrendim. Geleceğe dair korkularım yok çünkü bundan çok daha iyi olacağına dair inancım ve umudum tam; her ne olacaksa benim için çok daha iyi olacak. Ama ‘şu an’ canım acıyor; ‘şimdiki zaman’da yani gerçekte olup biten bu! Hayal kırıklıklarım var elbet ama onlardan da büyük hayallerim var benim!”

İyi haftalar,

Ayşe Yazgan

Ayşe’nin Gözlem Evinden Ayşe’ce Gözlemleri: Neden bir insan durduk yere bir insana kilo almışsın der ki!

Geçenlerde bir ortamda, açık sözlü (!) bir arkadaşımız başka bir arkadaşımıza “çok kilo almışsın!” dedi! Hem de bir dişiye! Hem de fikri sorulmadan! Hem de kilonun takıntı haline geldiği bir çağda! Herkesin evinde yağı kası bile ölçen teraziler varken hem de! Ba-ba-ba-ba!

Gerçekten epey kilo almış ama düşündüm de hayatımda kimseye durduk yerde kilo almışsın demedim ben. “Yahu onun da bir çift gözü var ve bildiğim kadarıyla gayet iyi görüyor, evinde ayna da terazi de vardır kesin, e onun da zaten farkında olduğu bir şeyi neden bir de ben söyleyeyim ki!” diye çok gereksiz ve kırıcı bulurum bu bilgiyi. Hatta sorulsa bile “Olsun istersen verirsin, demek ki şu anda önceliğin değil” diye de işin içindeki gerçekten inandığım iyi yanları görmeye ve göstermeye çalışırım. 

20140420-002825.jpg

Sonra tabi “Sahi neden insan birine bu bilgiyi verme ihtiyacı duyar?” diye bir düşünce aldı beni…Ben de merakımı olası cevaplara olası kontra cevaplar vererek zihnimde giderdim şimdilik…

OLASI CEVAP 1- BAŞKASINDAN DUYACAĞINA BENDEN DUY…

KONTRA CEVAP 1: Neden herkesten duymam gerekiyor ki? Elalemin işi gücü yok, herkes oturmuş benim kilomu mu takip ediyor? Sahi başka işleri yok mu? O kadar mı boş insanlar var benim çevremde :((( 

OLASI CEVAP 2: SENİN İYİLİĞİN İÇİN…

KONTRA CEVAP 2: İşte bu en sevdiğim! Ha ben kendi iyiliğimi bile düşünmekten acizim, herkesin iyiliğini düşünme kapasitesine sahip bir sen varsın, hepimizin iyiliğini sen düşünebilirsin. Tek doğru var ve o da seninki olduğuna göre istersen biz gidelim sen bizim adımıza en doğru hayatı yaşa; bir de biz fazlalık yapmayalım bu dünyada…

OLASI CEVAP 3: DOBRA BİR İNSANIM, NE DÜŞÜNÜYORSAM SÖYLERİM…

KONTRA CEVAP 3: Peki madem dobra bir insansın, bizim seninle ilgili düşündüklerimizi de dobra dobra duymak istersin diye düşündük; geç otur şöyle biz de söyleyeceğiz seninle ilgili gördüğümüz gerçekleri! Noldu yüzün kızdırıyor, e biz de dobra olduk işte!

OLASI CEVAP 4: DOST ACI SÖYLER…

KONTRA CEVAP 4: Nedense tatlı bir şey söylemeyen bir dosta benzettim sizi kuzum! Kimseye kilo vermişsin, çok güzel olmuşsun dediğini duymadık ama maşallah kim kilo almış, kimin saç rengi kötü olmuş bu tarz veriler hep sende! Sen şuna felaket tellalıyım desene kısaca…

OLASI CEVAP 5: BEN ÇOK MUTSUZUM, SEN DE OL İSTEDİM!

KONTRA CEVAP 5: Her şeye cevabı olan ben bile bu soruya cevap bulamadım ama bildiğim iyi yaşam koçları var onları önerebilirim istersen;))

Gerçekten çok merak ediyorum eğer bir cesur baba yiğit çıkıp samimice ben insanlara haklarındaki olumsuz bilgiyi verenlerdenim ve sebebim de şu derse ben de merakımı gidermiş olurum 🙂 

Sevgiler,

Ayşe Yazgan

Ayşe’nin Gözlem Evinden Kitap Üzerine Ayşe’ce Gözlemleri: Yavaşlık

20140310-162610.jpg

2014’ün Şubat sonuna Bremen’de, Mart başına Berlin’de girdim. Birkaç aydır yalnız seyahat etmemiştim, özlemişim, hem de çok! Ocak sonunda grupla seyahate gittik ama yalnız gibi olmuyor tabi. Seyahatler benim ıssız adam. Bölen hiçbir şey yok; ne telefon, ne yapılması gereken işler, ne de sorumluluklar… İç dünyam, kitaplarım ve ben başbaşayız, ne büyük aşk! (Bknz: Issız Ada yazım: https://ayseyazgan.wordpress.com/2014/03/09/aysenin-gozlem-evinden-gozlemleri-issiz-ada-bile-issiz-degil-artik/

Almanya seyahatimde, uçak, tren ve otobüs yolculukları sayesinde üç kitap bitirme fırsatım oldu. Gitmeden önce gündüzleri çantamda benimle her yere gelen, geceleri de başucumu bekleyen yine Milan Kundera’nın “Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği” kitabını sonunda bitirmiştim. Ama onun özetini henüz bitiremedim, o kadar çok not aldım ki, özet bir süre daha bekleyecek gibi duruyor 😉

Hepimizin artı özelliklerinin eksiye dönüşme potansiyeli var ya hani; hani dengede tutmazsak bize fayda sağlayan o özellik zarar vermeye başlıyor ya; benim artı özelliğim de hızlı olmam. Çok hızlı düşünmem, çok hızlı harekete geçmem, çok hızlı yaşamam. Bu özelliğim sayesinde çok kısa sürede harika işleri arka arkaya yapabiliyor, harekete geçmekten korkmuyor, bir çok şeyle birden aynı anda ilgilenebiliyorum. Eksileri ise, eğer bu durumun farkında olmazsam sabırsız olma, ruhumun yetişememesi, herkesten aynı hızı bekleme potansiyelim 😉

Hobim olan şeyi işim haline dönüştürdüğüm için bu tip sorgulamaları sıkça yapmama ve bu potansiyelin farkında olmama rağmen, ben de en nihayetinde etten kemikten bir insan olduğum için son birkaç haftadır hiç durmadan koşturmuş, çok yorulmuş ve kitaba susamışım! “Tesadüf” işte;) Denge en doğru zamanda geldi, hem de olabilecek en güzel kitapla…

Milan Kundera’nın muhteşem anlatım dili, sorgulatan düşünce tarzı ve her zamanki gibi Çek Cumhuriyeti’nde devrim sonrası yaşanan politik dönemi de içinde barındıran “Yavaşlık” üzerine düşünmeyi çok sevdim, şimdi sırada “Bilmemek” var;
bilmemeyi daha da çok seveceğimi tahmin ediyorum! Artık sizi Yavaşlık ile başbaşa bırakıp, ben yavaş yavaş çekiliyorum 😉

P.S. Kundera, bir hikaye kahramanı olan Madame de T.’yi öyle bir anlatıyor ki, yavaşlığın çok dişi ve çekici olduğuna karar verip, Madame de T.yi gözümün önüne getirip, hayran hayran baktım ve ilhamla doldum: “Konuşurken araziyi işaretle donatıyor. Olayların bundan sonraki aşamasını hazırlıyor; ne düşünmesi, nasıl davranması gerektiğini Şövalyeye sezdirmeye çalışıyor. Bunu incelikle yapıyor, kibarca ve dolaylı bir biçimde, sanki başka şeylerden söz ediyormuşcasına. Yoğunlaştırılmış aşk kursundan geçiriyor onu, uygulamalı aşk felsefesini öğretiyor ona. Yavaşlığın bilgisine sahip ve yavaş olmanın bütün becerisini ustaca kullanıyor”

Sevgiler,
Ayşe

YAVAŞLIK Üzerine Aysosh’un Notları:

Kitap bu cümleyle açılıyor: “Motosikletinin üzerine yumulmuş giden insan bu gidişin somut bir saniyesine verir kendini yalnızca; geçmişten ve gelecekten kopmuş bir zaman parçasına tutunur; zamanın sürekliliğinden kopmuştur; başka bir deyişle, esrime durumundadır; her şeyi unutur…
Çünkü korkusunun kaynağı gelecektedir ve gelecekten kurtulmuş bir insan için korkulacak bir şey yoktur.”

Bu cümleyle kapanıyor: “Tek isteği var: bu geceyi çabucak unutmak, silmek, yok etmek sitiyor ve o anda karşı konulmaz bir hız tutkusu hissediyor.”

“Yavaşlığın keyfi neden yitip gitti böyle? Nerde geçmişin türkü söyleyen, kırlarda gezinen aylakları?

“Az önce yaşadığı kötü bir olayı unutmaya çalışan insan, hala çok yakınında olan zamanda, sanki bulunduğu yerden hemen uzaklaşmak istiyormuş gibi elinde olmadan yürüyüşünü hızlandırır. VAROLUŞUN MATEMATİĞİNDE bu deneyim iki temel denklem biçimine girer: yavaşlığın derecesi anının yoğunluğuyla doğru orantılı; hızın derecesi unutmanınn yoğunluğuyla doğru orantılıdır.”

“Olaylar çabucak olup bittiği zaman kimse hiçbir şeyden emin olamaz, hiçbir şeyden, hatta kendisinden! Hızın derecesi unutmanın yoğunluğuyla doğru orantılıdır. Çağımız hız iblisine teslim ediyor kendini ve kendisini kolayca unutuyor. Oysa tam tersi daha doğru: Çağımızda unutma arzusu bir saplantı haline gelmiştir, bu nedenle bu arzuyu tatmin etmek için hız iblisine teslim olmuştur çağımız: kendi anımsamak istemediğini bize anlatmak için hızını artırır, çünkü kendinden bıkmıştır, kendinden tiksinmektedir, belleğin küçük titrek alevini söndürmek istemektedir.”

HAZCILIK ÜZERİNE Üzerine Aysosh’un Notları:

Hazzın ilk büyük kuramcısı Epiküros der ki: Acı çekmeyen kimse haz duyar. Demek ki hazcılığın temel bilgisi acıya dayanır: acıdan uzak kaldığımız oranda mutlu oluruz ve hazla çoğunlukla mutluluktan çok, mutsuzluk verdiği için.

Epiküros yalnızca sıradan hazları salık verir. “Sefil bir dünyaya salıverilmiş olan insan biricik gerçek ve sağlam değerin, ne kadar küçük olursa olsun, kendisinin hissettiği haz olduğunu saptar: bir yudum serin su, gökyüzüne (Tanrının pencerelerine) doğru bir bakış, bir okşama.”

Hazcılar, hazzı yakalamaktan başka şeyle ilgilenmezler; onları hazdan çok, hazzı elde etmek kışkırtır. Onları yönlendiren şey haz arzusu değil, zafer tutkusudur! Her şey açığa vurulur, dile düşürülür, hiçbir şey gizli kalmaz. Ağızdan çıkan her söz artık sonsuza kadar duyulabilir.

Epiküros ise tersine tilmizlerine gizli yaşayacaksın diye buyurur; bu yankılı kavkı dünyası Epikürosa hiç uygun değildir. Ya da hiç farkına varmadan hep böylesine çınlayan bir kavkının içinde mi yaşamaktadır insan!!!

Ayşe’nin Gözlem Evinden Ayşe’ce Gözlemleri: Issız Ada Bile Issız Değil Artık!

Yıllardır sorulan bir soru vardır hani: “Issız adaya düşsen yanına alacağın 3 şey ne olur?”

Çok klişe bir soru gibi gelir ama kaçıp gitmek, hayatı durdurmak, içeriden gelecek sesi duyabilmek için dışarıdaki sesleri susturmak isteyen herkes mutlaka bir kez olsun yanına alacağı o 3 şeyi düşünmüştür…

Tam düşünüyordum o an’ların birinde ben de: “hmmm, kitap, kalem, defter ama hangi kitap? tek kitap yetmez ki!” derken fark ettim ki, ne 3 şeyi tek bir şey yetiyor: iPad!

iPad’imin içine tüm kitaplarımı koyabiliyorum, yazılarımı yazabiliyorum, müzik dinleyebiliyorum, filmleri, dizileri seyrebiliyorum, en yakınlarımı ekranına koyup görüntülü konuşma yapabiliyorum, daha az yakınlarımı facebook’tan takip edebiliyorum, hiç yakınımda olmayan hatta tanımadıklarımı instagram ve twitter’dan takip edebiliyorum! Ve tüm bunları tek bir iPad hatta iPhone’la yapabiliyorum!

Teknoloji güzel şey, dünyadan kopuk hissetmemeyi, bir şekilde dış dünyayla temas içerisinde olmayı sağlıyor. İyi güzel, teknoloji bizi dışarıyla yakınlaştırıyor da içeriyle uzaklaştırıyor… Dışarıdaki ses hiç susmuyor, aksine sesi her geçen gün artıyor! E hal böyleyken içerideki sesi duymak ne mümkün! Sonuçta bu devirde iPhone’u, iPad’i kapamadığın sürece ıssız ada bile ıssız değil dostum!

O yüzden yıllardır televizyon izlemiyorum; önemli olan bir şeyin videosu anında twitter’a facebook’a düşüyor zaten; bazen günlerce sosyal medyaya girmiyorum, orada da teknolojinin nimetlerinden faydalanıp zaman ayarlı tweet ve email atıyorum 🙂 Kaçmak istediğimde de telefonun sesini kapatıp kendi ıssız adama gidiyorum!

Eğer benim gibi içeride olanı biteni anlamak için dış dünyayla teması kesmek, yani pause’a basmak ise beklenti, bir “shut down/turn off” butonu ile her yer ıssız ada!

Bazen çalışma odam, bazen bir uçak ya da tren yolculuğu, bazen başka bir ülke, bazen de kendi sesimi duyabildiğim bir dost sohbeti- tabi ki telefonların bir köşede kaldığı (!)…

Sonuç: Her gün birkaç dakika da olsa her şeyi kapatıp içe dönmek, o bildiğimizi sandığımız aslında artık hiç de ıssız olmayan adaya gitme isteğini itinayla ortadan kaldırır…

Sevgi: içimizde
Issız Ada: içimizde
iPad: hepsi içinde 🙂

AySoSh’s MOTTO FOR THE DAY: TURN EVERYTHING OFF FOR 5 MINUTES & CREATE YOUR OWN ISLAND!

Dijital detoks

Dijital detoksdayım, bir şey paylaşmıyorum bu ara, dış dünyayla bağlantımı kesmek, içe dönmek istediğim bir dönem yine…(Bknz “ıssız ada” http://ayseyazgan.tumblr.com/post/76770419708/aysenin-gozlem-evinden-gozlemleri-iss-z-ada-bile)
Ama suskunluğum fırtına öncesi sessizlik gibi; sustukça gözlemliyor, gözlemledikçe biriktiriyorum yeni deneyimleri! Dönüşüm muhteşem olucak 😉

I am on a digital diet period, I don’t share these days. I want to interact with my inner voice rather than the outer space. I’ll be back with new observations soon 😉

Ayşe’nin Gözlem Evinden Ayşe’ce Gözlemleri: İltifat Kabul Edemeyengillerden Misiniz?

Huffington Post’ta yayımlanan bir makalede yapılan bir araştırma sonucu paylaşılmış, oldukça dikkatimi çekti ve tabi aldı götürdü yine beni başka yerlere…

“According to a survey conducted by TODAY and AOL, 81 percent of adults give a polite “thank you,” which is the most accepted reaction when it comes to being given a compliment. Only 7 percent of adults respond with self-deprecating statements, such as ‘I thought I looked terrible,’ and women were actually a little more likely to be comfortable with the admiration than men.”

İltifat aldığımızda bunu nasıl karşıladığımız, kendimize verdiğimiz değerle doğru orantılı… Gayet doğal olarak kabul edip ‘Teşekkür ederim’ diyebiliyor muyuz ve tadını çıkarabiliyor muyuz yoksa ‘Yaaa öyle mi dersin, aslında bugün çok kötü gözüktüğümü düşünüyordum!’ gibi cevaplarla özür dilercesine kabul etmemenin binbir yolunu mu arıyoruz?

Eğer ‘iltifat kabul edemeyengillerdenseniz’ kötü haber! Çok büyük olasılıkla, mükemmeliyetçi ve kendi kendini sabote eden bir yapınız var. Yani kendiniz için koyduğunuz standartlar çok yüksek.

Bu sendroma ”Hiçbir başarılı yeterli değil!’- ‘It is never enough!’ sendromu adını taktım, içimizdeki sürekli olarak dırdır eden, hiçbir şeye beğenmeyen, eleştiren sese ise ‘dırdırcı’.

Sürekli dırdır eden, eleştiren insanları kimsenin sevmediğini tartışmaya bile gerek yok! Biz de sevmiyor ve çevremizdeki ‘dırdırcı’ lardan bucak bucak kaçıyoruz ama kendimizi acımasızca eleştirmekten hiç kaçınmıyoruz! Ne trajikomik bir durum! Ne büyük bir ironi…

Sürekli başaramadıklarımıza odaklanmak yerine, bugün önce bir başardıklarımızı, kat ettiğimiz yolu kutlasak? Bugün dırdırcıyı susturup, ‘Ah bir de beni kendi gözünden görsen öyle harikasın ki! Bayılıyorum sana!’ diyen sesin volume’unu açsak mesela? Sonra yine geliştirilmesi gereken yanlarımıza bakarız, ama önce modumuzu bir yükseltelim hele!

Aysosh’s Mood of the Day: Treat YOURSELF the way you want to be treated!
Aysosh’dan Günün Modu: Sana nasıl davranılmasını istiyorsan KENDİNE de öyle davran!

(Makalenin tamamına ve İngilizce oijinaline linkten ulaşabilirsiniz: http://www.huffingtonpost.com/2014/02/20/responding-to-compliments_n_4825758.html)

Sevgiler,
İyi haftalar
Ayşe Yazgan

20140224-113632.jpg