Bodrum sürecinin ikinci bölümünde, yani annemi İstanbul’daki ablamlara teslim ettikten birkaç gün sonra, bir nebze kendine gelen babamın araba kullanamayacağına karar verip, ona da bir şoför ayarladık ve yeğenim Mert ve ben Bodrum’da arabasız ve baş başa kaldık.
Öncelikle sitenin atmosferini anlatıyorum: şöyle bir çan eğrisi düşünün, yaş dağılımını gösteren bir çan eğrisi olsun bu. Eğrinin sol bacağı 12-18 yaş aralığı, sağ bacağı ise 60-80 yaş aralığı. Heh işte, tam oralarda yığılma var, ortası boş! Eğrinin tam ortasında 30-35 yaş aralığında çıkıntı gibi tek bir nokta var: o da ben! Bu durumun avantajı yok değil; büyükler genç ve taze görüyor; küçükler büyümüş ve yeterli; kimse rakip görmüyor, herkes hayran.
Ergenler, anneanne ve dedeleriyle tatil yapıyor, Türkçesi: anneanne ve dedeler gündüz ortalıkta yok, onlar sabah erken denize giriyor, öğleden sonra biz denize gittiğimizde ergenler tayfası iskele üstünde ya da dubada toplaşıp, birbirini denize atıyor. Ben de bol bol kitap okuyorum, telefonla iş ve seans görüşmelerimi yapıyor, araştırmalarıma devam ediyorum.
Mert ve ben, birinci evrede kıstığımız özgürlük değerimizin sonuna kadar tadını çıkarıyoruz, birlikte ama ayrı ayrı takılıyoruz.
Bazen öyle deli deli esiyor ve ben öyle yorgun hissediyorum ki, içimden denize bile girmek gelmiyor. Önce bunalıma mı girdim acaba diye düşünmedim değil! Çünkü her zaman su kuşu olmuşumdur, suyu ve özellikle denizi çok severim, girdim mi çıkmam. Sonra fark ettim ki, bir şey zorunluluk gibi olunca ben onu yapamıyorum:
“Bodrum’daysan denize girmek zorundasın.”
“Hayır değilim! Ben buralıyım artık, acelem yok, sayılı günüm yok, telaşem yok. Hiçbir şey yapmak zorunda değilim! İstersem yapıyorum zaten.”
Zaten on gün tüm özgürlük değerlerimi kısmışım, bir de atmosferdeki ergen enerjisini hesaba katarsak, içimdeki “alayına isyan” ergen modunun aktif olmasına da şaşmamalı.
Neyse, denize girmenin zorunluluk değil keyif olduğu günlerden birinde denizi kucakladım, keyfim yerindeyken biraz da dubada güneşleneyim dedim. Dubada 7-8 kişilik 11-14 yaşlarındaki bir kız grubu var. Yaklaşık yirmi dakika kadar orada güneşlendim. Ve bu yirmi dakika boyunca tüm kızlar, büyük olanın liderliğinde, bir kızın nelerinden hoşlanmadığını konuşup duruyorlar. Önce hakkında konuştukları kız orada değil, arkasından durum değerlendirmesi (!) yapıyorlar sandım. Sonra baktım ki kız da orada!
Diyaloglardan bazıları şöyle:
“Sen en küçük olduğun için seni hep kayırıyorlar. Sen büyük olmak ne kadar zor biliyor musun!”
“Her zaman gelip, ortamıza oturmana sinir oluyorum. Neden başka yer yok gibi, hep ortaya oturuyorsun. Her zaman sen mi ilgi odağı olacaksın?”
“Cümlelerinin sonunda di miii? demene de gıcık oluyorum! Şirin olduğunu mu sanıyorsun? Oysa çok itici!”
Yahu ben ağlayacağım neredeyse, kızın gıkı çıkmıyor. Murathan Mungan’ın Yüksek Topuklar kitabındaki Tuğde’lerden 7 adetlik bir demet yapmışlar, beni de onlarla aynı dubaya tıkmışlar! Müdahele etmeyi düşündüm; “yapmayın, etmeyin!” diyecektim, çekindim açıkçası…
İyi ki de etmemişim! O hakkında konuştukları kız öyle bir cevap verdi ki, öyle doğal, öyle kendiyle barışık bir halde, herkes sustu kaldı.
“Dediklerinize dikkat ederim, tamam. Ama hiç mi beğendiğiniz bir yanım yok?”!!!
Öyle naif, öyle masum sordu ki! Tüm olumsuzluklar konuşulurken, çat diye olumlu tarafa çekti konuyu. Olumsuzluklarını savunmadan, karşı saldırı yapmadan; onları da duyduğunu belirterek ama haddinden fazla da ciddiye almayarak; olumluya döndü ve güçlü bir soru sordu karşı tarafa!
İçime serin sular serpildi! Ben öyle bir cevap veremezdim o kızın yerinde olsam. Benim savunma damarım kabarmıştı; koç Ayşe olarak değil, teyze Ayşe olarak korumacı bir cevap verirdim, onu korumaya muhtaç sanma hatasına düşerek. O şirin kız bana kimsenin korunmaya muhtaç olmadığını bir kez daha hatırlattı. Yardım isteseydi tabi ki ederdim, ama hem istemedi, hem de ihtiyacı yoktu! Bana da serin sulara atlamak düştü, iskeleye kadar suratımda şaşkın ve gururlu bir gülümsemeyle yüzdüm…
Sonra baktım ki tam, çocukluğumuzdaki gazoz reklamlarındaki on yüz bin milyon baloncuk yuttum reklamındaki kız gibi: balık etli, tam makaslamalık yanaklı, sarışın lüle saçlı bir kız bu! Şimdi anladım neden onunla uğraştıklarını, kız o kadar kendiyle barışık, öyle kendi halinde ki, bazı insanlar onu görünce ben neden öyle olamıyorum diye düşünmekten alamıyor kendini, hele ki ergense!
On yüz bin milyon baloncuk yuttum! İyi haftalar,
Sevgiyle ve kendinizle barışık kalın,
Ayşe Yazgan